FEBRUARY 26, 2015

                                        DURUKAN DUDU

ormanevi-13-1024x682-1-1024x675.jpg

Önsöz: Kırsala Dönüş yazı dizim yavaş da olsa (hayat zor!) devam ederken, 2 yazılık bir mini yazı dizisiyle karşınızdayım. Kırsal meselesiyle de doğrudan ilintili bir sezon arası bonus bölümü olarak da düşünülebilir bu yazı. İlki bugün yayında, ikincisi ise yarın yayında olacak. Burada ele aldığım konuların giderek daha fazla insan tarafından, daha katılımcı ve sağlıklı biçimde tartışılmasıdır, muradım. (Durukan Dudu)


”Yediklerimizin nereden geldiğini, nasıl üretildiğini sorgulayan bir kitabı bundan 75 yıl önce kimseye okutamazdım” diyordurukan dudu 2 akademisyen-yazar Michael Pollan 1 bir konuşmasında. ”Bugün ise en çok satanlar listesine girebiliyorsunuz”.

Pollan’ın bu sözleri, gıda meselesinin giderek artan bir hızda politikleşmesinin; hem ulusal, hem de küresel gündeme demirbaş mahiyetinde girmişliğinin de bir yansıması.

Bugün artık çok tartışılan ve yarın bundan da çok tartışılacağı kesin olan ”gıda” konusu son derece karmaşık, bir o kadar da basit. Karmaşık, çünkü misal ”Haydi organik sertifikalı gıda o halde!” diye kestirip atmak ya da ”Devletin köylümüze destek olması lazım tabi…” beylik cümleleri güzel ama yetersiz, hatta bazı durumlarda anlamsız kaçabiliyor. Basit çünkü insanın en kadim ilişkisi, gıdasıyla kurduğu ilişki – ve her insanın isteği de, ihtiyacı da hemen hemen aynı: Lezzetli, doyurucu, bol, sağlıklı, keyifli, mutlu gıdaya kendisi ve yakınları için ulaşabilmek

Geçtiğimiz Ekim ayında İstanbul’da Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin evsahipliğinde IFOAM2 tarafından 18.si düzenlenen Dünya Organik Kongresi, meseleyi enine boyuna tartışmak için güzel bir fırsat yarattı. Kongre tüm soruları tek başına etraflıca ele almadı, süre ve kapsam anlamında alamazdı da; özel odağı organik tarım, temel amacı da aktörlerin bir araya gelmesiydi. Ve ama, bunların ötesinde de kendisinden beklentimizi yerine getirdi: Gıda konusu etrafında kamusal tartışmaların güçlenerek büyümesi, hararetlenmesi için vesile oldu.

Bu tartışmalara geçmeden önce iki hatırlatmada bulunayım: Bir, sorduğumuz sorular, aslında birbirinden ayrılamaz bir bütündür, ”kolektif bir gelecek tahayyülü”nü gıdaya farklı pencerelerden ve açılardan bakarak oluşturma serüvenidir. İki, dünyanın en anahtar konumdaki meselesi olan gıdanın etrafında şekillenen tartışmaların tamamını bu yazıya sığdırmak olası değil ama en azından başlıkları ortaya koyarak çerçeveyi oturtmak, bir de üstüne Türkiye’de ve/veya dünyada görece yeni ve bir o kadar da heyecan uyandırıcı bakış açılarını paylaşmak mümkün olsa gerek.

”Ve korkarak sordu: Yediğim sağlıklı mı?”

Gıda etrafında temellenen tartışmaların topluma en fazla mal olanı, gıdanın sağlık boyutu. Çikolatanın, yumurtanın ya da kırmızı etin, ”İsviçreli bilimadamları” sağolsunlar, gazetelerin ”Sağlıklı bir yaşam için şart!” ile ”Hayatta kalmak için bunlardan uzak durun” listelerinde yılda birer defa boy göstermeleriyle ete-kemiğe bürünen, toplumda sağlık sorunları arttıkça derinleşen, organik pazarların açtığı kulvarla yeni bir boyut kazanan kaygılar, gıdanın politikleşmesi sürecinde de başat oldu. Türkiye gibi toplumun neredeyse tamamının tarım ve köy temalı anılarının canlı olduğu bir ülkede, gıda meselesi her türlü ”otoriteye” (devlet, uzmanlar, doktorlar, gıda mühendisleri ve hatta bazen STK’lar) güvensizliğin baskın olduğu bir konu. Diğer bir deyişle, genelde otorite-sever olduğunu söyleyebileceğimiz Türkiye toplumu, gıda konusunda oldukça anarşist. Uzmanların burun kıvırdığı ”kulaktan dolma bilgiler”, yatay biçemlerde paylaşılıyor. Denetimlerin iyi yapıldığına, kurumlar tarafından söylenenlerin, etiketlerde yazanların, uzmanların söylediklerinin doğruluğuna pek inanılmıyor.

GDO’lar konusunda doğru bilgiye sahip olma oranının %82, bunlar arasında GDO’lara karşı olanların oranının ise %79 olduğu, bakanlığın GDO denetimlerini etkin ve yeterli yapmadığını düşünenlerin %73’lere ulaştığı bir ülke burası3.

Gıda konusunda büyük ve merkezi kurumlara olan güvensizliğin simetrik yakasında küçük ölçekli üreticilere, ”doğal” olana, yerel tohumla yerelde ve köylü arketipine uyan, pastoral bir ortamda üretilen gıdaya, içine kimya başta olmak üzere pek teknoloji bulaşmamış olduğu varsayılana duyulan içgüdüsel ve romantik bir yönelim var – Kalkınmacı, teknolojiye-imancı paradigma, gıda tüketiminde baskın değil, hatta istenmiyor. Bu yönelimin doğru kabul ettiği varsayımlardan bazılarının ”artık” pek de doğru olmayışı ve/veya istismara açık olması4 bazı sıkıntılar yaratsa da, sağlıklı, besleyici ve kaliteli gıdanın ne olduğu, veya nasıl olabileceği konusunda iyi bir temel algı var.

Ve en önemlisi de bu temel yönelim, ”Cebimizdeki parayı nereye harcadığımız politik bir eylemdir” farkındalığı yaygınlaştıkça kolektif bir gelecek tahayyülünün gerçekleşmesi için en güçlü kaldıraç haline geliyor.

EopZPqNXEAA0OvK-2.jpg

                         **Sağlıklı toprak, sağlıklı besin demek. Foto: Savory Enstitüsü**

Yapmamız gereken, yukarıda özetlenen temel algının daha da tutarlı ve güçlü temellere oturmasını sağlayacak tartışmaları başlatmak, sürdürmek ve kolaylaştırmak. Gıdanın üretimi sürecinde özellikle iki temel bileşenin çok-boyutlu önemini merkeze oturtmamız gerekiyor: Toprak ve ”mikrobiyota“. Bu iki kavramın gerçekte ne olduğunu daha yeni yeni öğreniyoruz ve öğrendiklerimiz eski doğrularımızla ya da temel varsayımlarımızla pek örtüşmeyebiliyor.5 Temelde, ”ne yiyorsak oyuz” gerçeği tarımda da geçerli. Geçen yüzyıldan ABD’li akademisyen William Albrecth gıdayı ”Toprağın veriminin ürüne dönüştürülmüş hali” olarak tanımlıyor. Yeni toprak paradigmasının bir başka öncüsü Andre Voisin ise ”Soil, Grass, Cancer” kitabında durumu ”Herhangi bir hücre, içinde bulunduğu çevrenin biyokimyasal fotoğrafıdır” cümlesiyle özetliyor.

Bütün bunların anlamı şu: Yediğimiz gıdanın kalitesini, doyuruculuğunu, gerçekliğini, besin değerini ve sağlıklı olup olmadığını anlamamız için bakmamız gereken yer, yetiştiği toprağın sağlığı. Ve bu noktada tarım zehiri ve sentetik gübrenin kullanılmıyor olması çok önemli, evet. Ama yeni toprak paradigmasında yaşamı (ve yani gıdayı) yeniden yaratmak için bunun ötesinde de yapılabilecek, yapılması gereken çok şey var. Derya deniz enginlikte, derin olduğu kadar keyifli ve özgürleştirici yeni bir dünya bu – ”Onarıcı Tarım” adında bir de paha-biçilemez armağanı da var bize. Sürdürülebilirliğin ötesi.

Oraya da gideceğiz.

”Yediğimi kim üretecek?”