FEBRUARY 27, 2015
DURUKAN DUDU
Yazı dizisinin ilk yazısı için tıklayınız
20.yy ortasında yaşanan ”kimyasal tarım” devriminin (ki ironik biçimde Yeşil Devrim – Green Revolution diye adlandırılmıştır) güvenirliği kamuoyunda tartışmalı hale dönüşürken, bir yandan da, kimya-tabanlı tarımın temel iddiası olan ”Dünyayı ancak ben doyurabilirim!” önermesi de ciddi bir çöküş yaşıyor. Bunun nedenlerini biliyoruz: Kimya-tabanlı tarım, avcı-otcul-bitki-toprak döngüsünün yüzbinlerce yılda yarattığı devasa toprak besin (soil nutrient) bereketinin, aynı ilişkinin milyonlarca yılda yarattığı yeraltı enerji birikiminin (fosil yakıtlar, özellikle de doğalgaz ve petrol) son derece verimsiz1 şekilde kullanımıyla, aynı bir madenden cevher çıkartır gibi hortumlanması işlemidir. Ve hunharca hortumlanan, bir noktada tükenir.
ABD’nin 35. Başkanı John F. Kennedy, 1963 yılında Dünya Gıda Kongresi’nin açılışında “Geçtiğimiz 20 yılda devrimvari gelişmeler yaşadık. Ortalama bir ABD çiftçisi 1945’te ürettiğinin 3 katı gıda üretebiliyor artık […]İlk defa herkesi doyuracak kadar gıdayı nasıl üretebileceğimizi biliyoruz […] Yaşam süremiz içinde Dünya’da açlığı tamamen yok etmemiz mümkün”2 dediğinden bu yana 52 yıl geçti ama açlık ortadan kalkmadı. Üretim artışları, (pek tabi sonsuz olmayan) fosil yakıt tabanlı girdiler arttırılsa da durdu, topraklardaki organik madde ve diğer besinler “bitti”3.
“Kurumsal gıda” savunucusu bir tanıdığınız “Tamam da sizin dediğiniz gibi tarım dünyayı doyurur mu?” diye bıyık altından gülerek sorduğunda, “%99 ihtimalle, 10 milyardan fazla insanı doyurabilir, evet. Ondan daha kesin olan ise konvansiyonel üretimin 7 milyar insanı bile doyuramadığı ve doyuramayacağı” gibi bir cevabı gönül rahatlığıyla verebilirsiniz; gıda üretiminin yarattığı ‘miktar olarak çok yemeye rağmen yetersiz beslenme’, obezite, kanser vakalarındaki artış vb. konulara girmeye vakit bulamasanız bile.
Tarım sistemlerini devamlılık kapasiteleri açısından sıraladığımızda karşımıza “Tüketici tarım – sürdürülebilir tarım – onarıcı tarım” gibi bir skala çıkıyor. Yeşil Devrim’in ürünü olan tüketici tarımın miadının dolmuş olması, “petrol zirvesi”4yle de paralellik gösteriyor. Sürdürülebilir tarımın sembolü olan anaakım/indirgenmiş organik tarımın ise adil destek mekanizmaları ve yeterli yaygınlaştırma çabasıyla mevcut nüfusu ve fazlasını doyurabileceği biliniyor5.
Onarıcı tarımın ise normal koşullarda konvansiyonel üretimden biraz yüksek çıktılara ulaştığı belirtiliyor; iklim değişikliği nedeniyle ”norm” haline gelen kuraklık, sel ve olağanüstü hava koşulları koşullarında ise konvansiyonelin 3’te 1’i maliyetle, toplamda iki katı ve üstünde hasat miktarlarına ulaştığı raporlanıyor6. Bu süreçte toprağın ve ekolojik sermayenin korunmanın ötesinde güçleniyor, su, mineral ve karbon döngüsünün ve biyolojik çeşitliliğin zenginleşiyor olması, yani doğal sermayenin bereketlenmesi de giderek artan bir gıda güvenliği ve güvencesi, gerçek sürdürülebilirlik demek.
Onarıcı tarım dendiğinde akla gelen çok-kuşaklı çiftliklerden biri de Amerika’daki Polyface. Sadece otla beslenen hayvancılık ve doğrudan müşteriye satış konularında çığır açan çiftliğin kurucusu Joel Salatın, çiftçiliğin aynı zamanda ünlü bir gıda aktivisti. Salatın, yaratıcı ve basit çözümleriyle de ünlü. Foto: Polyface’den “pasture-raised” yumurta tavukları ve mobil kümes. GÜNCELLEME: Mart 2016
Bütüncül Yönetim7’in 4 temel bulgusundan birinden alıntılayalım, “Doğa (ve haliyle tarım) bütünler halinde işler.” Onarıcı tarımın getirdiği temel paradigma değişimlerinden biri olan bu gözlemin bir yansıması da, ”doğru” tarımın hem ekonomi, hem sağlık, hem toplum, hem de ekoloji ve çevre için korumanın ötesinde onarıcı etkide bulunduğu.
Çevresel etkiyi, etkinin fiziksel alanını, derinliği/büyüklüğü ve süresiyle çarparak buluruz. Bu noktada tarım insanlığın elindeki en güçlü araç, ve bu aracı uzun yıllardır oldukça kötü, yokedici kullanıyoruz. Son 75 yılda iyice ağırlaşan bir yanlış/kötü kullanım, evet – ama öncesi de “safi güzellik” değil. Organik tarımın indirgenmeye çalışıldığı ”zehirsiz – sentetik gübresiz tarım”, bugüne dek onlarca medeniyetin çökmesine neden olacak felaketler yaratabildi. Mezopotamya’yı çölleştirererek kendi çöküşlerine neden olan Sümerler, tanım itibariyle organik tarım yapıyordu. Maya uygarlığının çöküşüne giden yolda, zehirsiz ve sentetik gübresiz tarımın yarattığı çevresel yıkım önemli rol oynadı. Anadolu mera ve bozkırlarının çoraklaşıp verimsizleşme süreci 50 yıl önce değil, en az 2000 yıl önce başladı.
Bugünün ve geleceğin tarımını tasarlarken unutma ya da görmezden gelme lüksüne sahip olmadığımız olgular bunlar. İnsanlık tarihi ve özellikle de gıda üretimi, binlerce yıldır süregelen kolektif bir deney ve bizden önceki her deneyimden yararlanarak daha iyisini yapmamız gerekiyor.
“İnsan aktiviteleri doğa için kötüdür” önermesi Sanayi Devrimi’nden bu yana (ve haklı sebeplerle), hikmetinden sual olunmaz bir hakikat halini aldı. “Ekonomi mi – doğa mı?” tercih(ler)inin sıfır toplamlı bir oyun8 olduğu da bu kemikleşmiş varsayımın bir parçasıydı. Bunun tarımdaki yansıması da, “yapabileceğimizin en iyisi, ayakizimizi mümkün olduğunca azaltmak olacaktır (çünkü ayakizimiz kötü)” algısı oldu.
Ve ama geçmişin tarımı, yokedici uygulamalar kadar Zai çukurları, İnka teraslaması, Amazonlarda toprak verimini arttırıcı biyo-kömür (bio-char) uygulamaları, Kuzey Amerika yerlilerinin doğal ormanları devasa gıda ormanlarına dönüştürmek gibi onarıcı tarım yoluyla doğayı onarıcı biçimde “idare” ederek bereketlendirdikleri örnekleri de barındırıyor.