JULY 4, 2016
DURUKAN DUDU
Gıda ve tarım çağımızın en “sıcak” konularından ikisi. Hem Türkiye’de, hem de dünyada gıdanın içeriği, kalitesi, lezzeti, insan sağlığına etkileri her kesimden insanın sorguladığı, “doğruyu” bulmaya çalıştığı bir konu. Son onyıllarda işin “gıdanın tohumdan sofraya üretiliş sürecinin doğaya etkisi” boyutu da gündemimize hızla dahil oldu.
İşte bu çift-boyutlu süreci kapsayan bir noktada “onarıcı tarım” kavramıyla tanıştık. Aslında bu kavram Türkiye için oldukça yeni; ilk defa 2014’te Anadolu Meraları ve bendenizin yazı, sunum ve eğitimlerinde paylaştığımız, daha doğrusu önerdiğimiz bir kavram. Dünyada da Türkiye’deki kadar olmasa da nispeten yeni bir kavram, İngilizcesi “regenerative agriculture” olarak geçiyor.
Onarıcı tarım, gıdanın içeriğinden üretim sürecine, örgütlenmesinden finansman yapısına, yetiştiği toprağın biyolojik bereketinden bunun gıdanın besleyiciliğini nasıl etkilediğine kadar çok geniş bir yelpazede geçerli bir paradigma değişimi öneriyor ve bunu somut örneklerle uyguluyor; onarıcı tarımın sadece akademi veya sivil toplum nezdinde farazi bir konu değil, doğrudan çiftçi temelli bir teori ve uygulama bütünü olması da bu durumu yansıtan temel dinamiklerden biri.
“Paradigma” kavramını özellikle kullanıyorum, zira onarıcı tarım gıda, tarım ve bunun sosyo-ekonomik örgütlenmesi konusundaki bir çok ön yargımızı derinden sarsan önermeler ve bilgiler içeriyor. Kaba bir örnekle; yerel tohum ve zehirsiz/gübresiz tarımla üretimin iyi ama yetersiz olduğunu, toprağı sürmek gibi “geleneksel” bir yöntemin de gezegen için olumsuz sonuçları olduğunu somut verilerle gösteriyor, pratik alternatifler gösteriyor. Her bir üretim sürecinin en temel dinamiklerine son derece işlevsel bir bakış açısıyla (ama ilkeselliği elden bırakmadan!) iniyor, sorguluyor. Bilginin üretimi ve yeniden üretimi süreçlerini “yurttaş bilimi” çerçevesinde gerçekleştiriyor. Deney yapmayı, planlamayı, gözlem yapıp veri toplamayı seven (çoğunlukla yeni nesil) çiftçilerin sanal dünyada ve dönemsel toplantılarda “açık kaynak veri” çerçevesinde paylaştığı somut bilgiler ışığında hızla gelişip yaygınlaşıyor.
Onarıcı tarımın bir de “üretici – tüketici” ilişkisini yeniden tanımlama hali var ki, bahsetmeden olmaz: Her bir örneğin biricik koşulları içinde özgün modeller gelişiyor olsa da, temelde tüketiciyi de üretimin bir aktörü haline getiren, bu sayede gıda üretimi ve paylaşımını anonim bir süreç olmaktan çıkarıp şeffaflık ve katılımcılıkla bezeyen bir çerçevesi var.
Sözün özü, onarıcı tarım aslında bir devrim: Hem de gıda ve tarım gibi medeniyetin temeli olan bir boyutta gerçekleşen, çok derin bir devrim.
Özellikle son on yılda bazı cesur akademisyenler ve onarıcı tarımın öncüsü çiftçiler tarafından beraber üretilen uygulamalı bilgilerin ışığında biliyoruz ki; toprak “sandığımızın” çok ötesinde bir varlık. Bastığımız toprağın en üstteki 20 – 90 cm’lik tabakası, dünyanın en zengin biyolojik çeşitlilik diyarlarından biri. Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz canlılardan oluşan, son derece karmaşık ve bir o kadar da yalın bir yaşam ağı, toprağı toprak yapan. Bu yaşam ağının güçlü ve bereketli olması, o yaşam ağının bir yansıması olan toprak üstü bitkilerin (domatesin, mesela) ne kadar besleyici olduğunu belirliyor. Öyle ki, göze aynı görünen bir domates doktorların 3 ay ömür biçtiği bir kanser hastasını iyileştirebilirken, bir diğeri insanı kanser edebiliyor. İşte bu toprak yaşam ağının nasıl çalıştığını, en azından temel prensiplerini anlamak ve bunları besleyen bir tarım şekli, sofralarımızı ve bedenlerimizi korumanın ötesinde iyileştirip onarmanın da tek yolu.
Çünkü ne yiyorsak oyuz ve hatta, “yediğimiz, nasıl bir toprakta beslendiyse” oyuz.
Bu noktada aklınızda canlanan detaylı sorular için, sizleri internette “toprak gıda ağı” ve “soil food web” temalı bir arama yapmaya davet etmek isterim – ancak aldığınız cevapların doğuracağı sorular ve paçalarınızı sıvayıp girdiğiniz derenin aslında devasa bir okyanus olduğunu fark edeceğinizi de söylemeliyim: İleri düzey biyoloji, kimya ve fizik içerikli bir bilim dalından bahsediyoruz çünkü. Toprak uzmanlarının “Uzay hakkında bildiklerimiz, toprak hakkında bildiklerimizden daha fazla” demesi boşuna değil.
Bugüne kadar insanın tüm ekonomik faaliyetlerinin doğa için zararlı olduğunu, yapabileceğimiz en iyi şeyin bu zararı asgariye indirecek uygulamalar olduğunu düşünegeldik. Ekoloji bilimi ve yeşil politika da, insan medeniyetinin oluştuğu ilk günden beri doğanın ve gezegenin hanesine zarar yazan bir oluşum olduğunu anlattı. İnsanlığın “gelişimi”, özellikle son 300 yıla sığdırdığımız sanayi devrimi ve sonrasındaki süreç de bu iddiayı doğrulayan birçok gerçeği barındırıyordu. Yani “insanla doğa arasındaki ilişkinin bir kaybedeni olmak zorunda; o da ne yazık ki doğa” düşüncesi, çevre ve ekoloji hareketinin hikmetinden sual olunmaz hakikatlerinden biri olageldi.
Onarıcı tarımı “paradigma değişimi” mertebesine yükselten boyutlardan biri de bu: Onarıcı tarım ve içerdiği uygulamalar, insanın tarım yaparak doğayı korumasının, yani sürdürülebilirliğini sağlamasının ötesinde “onarabileceğini” kanıtladı. Bu, küresel medeniyetimizde bir dönüm noktası. Medeniyet tarihi hakkındaki yeni bulgular da bunun basit düzeylerde kimi topluluklar tarafından daha önce de gerçekleştirildiğini kanıtladı; Amerika yerlilerinin “yarattığı” bereketli orman ekosistemleri, Amazon yerlilerinin yüzlerce yıl içinde devasa Amazon Havzası’nın toprağını organik madde açısından zenginleştiren “terrapreta” uygulamaları ile medeniyet tarihinin buğdayla değil meşe ağacıyla başladığını çok güzel anlatan “Oak: The Frame of Civilization” gibi kaynaklar nereden geldiğimiz ve nereye gitmemiz gerektiği konusunda çığır açıcı veriler sundular.
İşte bu tarih okuması ve bugünün gerçekleri ışığında, toprağı “geleneksel” dediğimiz yöntemler dahil olmak üzere son 3-4 binyıldır ne kadar hırpaladığımızı ve bunun aksi yönde bir Onarıcı Tarım devrimi başlatmamız halinde hem doğayı onarıp hem de şifalı gıda üretebileceğimizi biliyoruz.
Doğayı onarmak derken, çağımızın en büyük ve acil felaketi olan iklim değişikliğini de meselenin tam ortasına yerleştiriyorum: Dünya topraklarındaki organik madde oranını sadece yüzde 0.1 oranında artırmayı başarmamız halinde, atmosferde halihazırda 400 ppm olan karbondioksit oranını 350’ye çekmeyi, diğer bir deyişle bilim insanlarının işaret ettiği “güvenli en üst sınıra” yaklaştırmayı başaracağız. Böylece iklim değişikliği ve yarattığı tüm devasa krizler bir anda ortadan kalkıyor.
Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’nde 12 ayda organik maddeyi yüzde 0.4 oranında artırdığımızı düşünürsek, ABD’li toprak uzmanı Dr. Elaine Ingham’ın şakayla karışık olarak söylediği, “Onarıcıtarım devrimini küresel olarak gerçekleştirirsek kışlık montlarınızı hazırlayın” cümlesinin anlamı ortaya çıkıyor: Dünyadaki tüm topraklarda, geçen yıl Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’ndeki organik madde artışı gerçekleşseydi, atmosferden 1400 Gigaton karbonu “bereket” olarak toprağa çekmiş olacak ve karbondioksit oranını bir yılda Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki oran olan 210 ppm’e yaklaştıracaktık.